18 Ağustos 2015 Salı

Hola Espana!!!



Bu yaz yıllardan beri gitmeyi çok istediğimiz bir başka ülkeyi görmek bize kısmet oldu: İspanya. Akıllara neleri getirmez ki; boğa güreşleri, şarapları, mezeleri, dansçıları, Don Kişot’u meşhur, Müslüman ve Hristiyanların buluştuğu ve yıllarca savaştığı yer. Fakat çok büyük bir ülke ve bize 11 gün bile yetmeyecekti. Hatta 4 e bölüp gezelim dedik o bile çok hızlı geldi. Öyle güzel yerler var ki insan her birinde kalabilmek, orayı yaşayabilmek istiyor. Biz planımızı Barselona, Madrid ve birazcık kuzeyden dolaşarak oluşturduk. Bir dahakine kısmetse güneyi de görmek isteriz.
aşağıdaki yaptığımız turun izleğini göremiyorsanız buraya tıklayın

North spain


EveryTrail - Find trail maps for California and beyond


            Birkaç ay önceden Barselona’dan kiraladığımız motosikletimizle gezmeyi planladık. İlk üç gün Barselona da kalmayı düşündüğümüz için de 3 gecelik otel rezervasyonumuzu booking.com dan yaptık.
            Yaklaşık 4 saatlik uçuşun ardından Barselona havaalanına indik. Taksiyle otelimize vardık. Otel gayet temiz ve düzenli ve her şeyin merkezi La Rambla ya yürüyüş mesafesinde. Fiyatlar uygun ama tabi her şey beklentilerle alakalı. Bizim için gayet iyiydi. Varışımız öğleden sonra 3 civarıydı ve biraz dinlenip kendimizi dışarı attık. Yaşasın Barselona dayız!



 1.GÜN Gotik Mahalle
            La Rambla Barselona için kalp. Herkes orada. Burası dükkânlar, restoranlar, çiçekçiler, kafelerle dolu bir cadde. Bir ucu denize diğeri meşhur Katalunya meydanına çıkıyor. Biz güvercinlerle dolu Katalunya meydanını başlangıç olarak seçtik.
            Plaça de Catalunya (İng: Catalonia Square), Barselona’da yer alan bir meydandır. Bağlantı noktası olarak görülen bu meydan tüm sokakların başladığı yerdir. Plaça de Catalunya’dan herhangi bir yere taksi, otobüs, metro ya da diğer toplu taşıma araçları ile gidebilirsiniz. Ayrıca bu meydanda eski ve yeni birçok markanın satıldığı mağazaları bulmak da mümkündür. Hard Rock Cafe de burada. Katalunya meydanı çeşmeleri ve heykelleri ile ünlüdür. Özellikle yerli halk için popüler bir buluşma noktasıdır. Bu büyük meydan eski ve yeni şehir merkezi olarak da düşünülür.
            






 Burada biraz oturup dinlendik. Çok güzel bir meydan olduğu söylenemez ama gerçekten büyük ve kalabalık. Ardından yürüyerek La Rambla yı ve gotik mahalleyi gezmeyi karar verdik. La Rambla bir sürü sokağın birleştiği bir cadde ve La Rambla'da yüzünüzü denize dönünce solda kalan bölüm "Barri Gotic" yani Gotik Semti. Buradaki sokaklarda kaybolmak büyük zevk.
Bir çok hoş dükkân, minik kafe, dar sokak, sevimli ev, sokak sanatı, vintage butikler var.  Kendinizi bu sokakların içine attığınızda Barselona nın tarihi binaları ve daracık yollar ile karşılaşıyorsunuz. 
 Tamamı Gotik olan binalar içinde en önemli yapı Barselona Katedrali’dir, gerçek adı ile LA SEU. Katedrale giriş ücreti 5€’dur.
 
           
La Rambla'nın ortalarında sol tarafta kalan Carrer de Colom adlı sokaktan içeri girdiğinizde en güzel meydanlardan birine çıkıyorsunuz: Plaça de Reial.
Burayı mimari açıdan Küba'ya benzetmiş birçok kişi. Meydan Meksika’da yer alan Plaza Garibaldi’nin aynısıdır.Palmiyelerin ve fıskiyelerin süslediği kalabalık bir meydan burası. Sokak lambalarının da Gaudi tarafından tasarlanmış olduğunu bilmekte fayda var. Meydan etrafında birçok restoran ve cafe mevcut.
            Yorulmuş ve acıkmıştık ki kendimize bir restoran bulduk. İstediğimiz deniz ürünleri tabağı bize İspanya da ilerki günlerde yiyeceğimiz şu meşhur lezzetli mezelerin habercisiymiş meğer. Kocaman ve nefisti. İçerideki ambiyans da bir o kadar harikaydı.

           

                                   
             Yemekten sonra biraz da denize doğru yürüdük. Kocaman kolomb heykeli deniz kenarındaki en ünlü ilgi noktası. Colomb Amerika'yı işaret ediyormuş. Heykelin burada bulunma amacı, Colomb’un tarihi seyahatine Katalan topraklarından başladığını hatırlatmak. Bazı İspanyol kaynaklarına göre bu farklı olsa da Barselona’da genel inanış bu yönde.







             La Rambla'nın deniz tarafındaki ucu olan Colomb heykeline ulaştığınızda karşınızda Port Vell de diye adlandırılan Barselona marinası var. Limanda yürüyüp liman üzerindeki Maremagnum alışveriş merkezinin kafelerinde mola verebilirsiniz. Biz girip çıktık, ama ilgimizi çekmedi. Burada çok büyük bir akvaryum da var. Giriş ücreti 18 €.



           Dönüşte otelimize varmadan önce yine görmeyi heyecanla beklediğimiz La Rambla da bulunan La Bouqeria adındaki tarihi Pazar yeri. Yüzünüzü denize döndüğünüzde La Rambla'nın sağ kısmında kalıyor. Pazar günleri kapalı olduğunu hatırlatalım. Burada çeşit çeşit meyve, sebze, deniz ürünü, et ürünleri satılıyor. İçerisi inanılmaz kalabalık. Meyve veya meyve sularınızı alıp gezmeye devam edebiliyorsunuz. Soyulup dilimlenmiş meyvelere içiniz gitmemesi imkânsız. Biz bayıldık.

Etrafında cafe ve restoranlar da var. Buralarda da oturup keyifli vakit geçirebilirsiniz fakat ancak yer bulabilirseniz. Biz ancak 2. Gün bulabildikJ Şaraplar ve yemekler bir harika.
            Otelimizin önünde küçük bir meydan var ve bir cafe. Etrafta İspanyolların kimi neşeli kimi hararetli sohbetlerini dinleyerek birkaç kadeh birşeyler içtik ve uyuduk.
2. gün
            Ertesi gün için planımız Gaudi nin şu meşhur eserlerini görebilmek. Sabah kahvaltımız tost ekmeği ve reçel yanında kahve sınırsızJ erkenden düştük sokaklara. Metroyu kullanarak Park Guell e ulaşmaktı amacımız ama yanlışlıkla 1 durak evvel inmişiz. 10 dakikalık yürüyüşten sonra Park Guell e çıkan yürüyen merdivenlere ulaştık. Park Guell bir seyir tepesinde kurulmuş, bu yüzden oldukça çıkıyorsunuz. 


            Park Guell e çıkınca Barselona ve meşhur katedrali Sagrada Familia ayaklarınız altında. Burası fotoğraf çeken turistlerle dolu. Park Güell Barselona aristokrasisi için yapılmış bir parktır. Parkın merdivenleri ve pavillion kısımları Antoni Gaudi tarafından tasarlanmıştır Sakin kuş sesleri dinleyebileceğiniz bir park. Bir de içinde birkaç köşk tarzı yapı var.





            Aşağı inince parkın ana girişine geldik bizim yürüyen merdivenlerle çıktığımız arka girişmiş meğer. Ana giriş üzerinde papağanların öttüğü palmiyelerle süslenmiş.  
             Gaudi’nin tasarladığı pavillion kısımları ünlü masal Hansel ve Grathel’dekine benzetiliyormuş. Buraya turist akıyor etrafta birçok Türk e de rastlıyorsunuz. 
            Daha sonra yürüyerek L Sagrada Familia katedraline gittik. Yolda bir kafe de hem mola vermek hem de şu meşhur İspanyol tatlısı Churros nı deneyelim dedik ama çok yağlı geldi bize pek beğenmedik.
            


                   Sonunda ihtişamlı La Sagrada Familia katedraline vardık.  İçeri girmek yıllarımızı alacak gibi geldi. Daha önceden de burada çok uzun turist kuyruklarını okumuştuk zaten. İşin aslı dış yapısını incelemek için bize oldukça ilginç gelmişti zaten. Hala tamamlanamamış bir katedral ve buna rağmen  Barselona’nın en ünlü ve en çok ziyaret edilen noktalarından biridir ve UNESCO dünya tarih mirası listesindedir. Özellikle dış yüzünün mimarisi inanılmaz güzel görünüyor. Bitmemiş olsa da ziyaretçilerin oldukça beğendiği belli. Yaklaşık yüz yıl önce başlayan Sagrada Familia projesini ünlü ve değerli İspanyol mimar Gaudi gerçekleştirmiş. Gaudi’nin büyük ihtimalle en önemli eseri Sagrada Familia’dır. Kilisenin uzunluğu nerdeyse etraftaki tepelerin yüksekliğine eşitmiş. Gaudi bunu yaparken insanın yaptığı şeylerin Tanrı yapımı şeylere ulaşabileceğini düşünmüş.
            Planımızın son kısmında Gaudi nin Casa Mila ve Casa Battlo adındaki iki meşhur yapısı vardı. Her ikisi de yine gelenekselin dışında inşa edilmiş eserler fakat maalesef her ikisi de restorasyondaydı ve dışarıdan bile fotoğraflayamadık.
            Öğleden sonra oldukça fazla vaktimiz kalmıştı. Kendimizi yine tarihi pazaryeri La Bouqeria ya attık. Bu sefer oturacak yer bulmuştuk. Harika bir şarap içtik. Harika bir deniz ürünleri salatası yedik. Harika meyvelerden de tabii. Sonrasında yine sokaklarda gezip dolaştık. Gotik mahallede gezerken bir kafeye oturduk ve ilk sangria mızı tattık. Sangria ispanya da çok meşhur bir içecek. Portakal ağırlıklı meyvelerle tatlandırılmış buzlu servis edilen şarap denebilir. Harika bir yaz içeceği. Bayıldık.



3. gün
            Barselona için ayırdığımız son günümüzdü. İşin aslı motosiklet ve otel rezervasyonumuz olmasaydı dün buradaki görmek istediğimiz yerleri tamamlar ve ayrılırdık çünkü bizce Barselona için 3 gün çok fazlaymış. Bu biraz moralimizi bozsa da sabah yine neşeyle yola koyulduk. Bu kez hedefimiz Montjuic tepesi ve Barselona kalesi. Montjuic tepesi yine insanların spor ve yürüyüş içinde kullandıkları huzurlu bir park. Girişinde biraz yukarıda kültür ve sanat merkezi sizi karşılıyor. Buradan aşağıda yine şehir manzarası ve elbette Sagrada Familia yı görebiliyorsunuz.  Yukarılara doğru yürüyerek tırmanmaya devam ettik. Meşhur olimpiyat stadı da görülebilir. Bu tarafta bir de Poble Espanyol denen minyatür İspanyol köylerini tanıtıcı bir yer de turistik yerler arasında yer alıyor fakat bizim bu gezimizde asıl amacımız İspanyol köylerini gezmek görmek olduğundan burayı atlıyoruz. Gerçeği kadar güzel olamaz diyoruz ve yanılmadığımızı da ileriki günlerde gördük.
            En tepeye daha doğrusu tepenin diğer tarafına varınca kaleyi görüyorsunuz. Aslında burası daha çok siyasi suçluları cezalandırmak için kullanılmış bir hapishaneymiş.  Kaleden aşağıda deniz manzarası, ticari liman ve Port Vell rahatlıkla izleniyor.  Burada biraz soluklanıp aşağıya inmeye devam ettik. 







Aşağıda çok hoş bir park çıktı karşımıza. Bir fotoğraf ta burada çekip tepenin bu tarafından inince otelimize çok yakın bir sokağa çıktığımızı fark ettik. Lakin saat yine ancak öğle vaktini geçmişti ve yine bir sürü vaktimiz vardı. Biraz dinlenip bu kez de Barselonata meşhur plajı görelim dedik. 








  Marinadan aşağıya plaj boyunca yürüdük. Bizim Marmaris i andıran bir havası var bu tarafın. Klasik sere serpe insanlar. İlgi çekici bir şey yoktu.  
                            Bir kafede takıldık biraz ardından akşamüstü otele tekrar döndük. Daha önceden Montjuic te meydandaki çeşmelerde akşamları ışık gösterileri yapıldığını okumuştuk ve akşam oraya gitmeye karar verdik. Gerçekten güzeldi. 






  
                             Müzik eşliğinde romantik bir ambiyans yaratmışlar ve çok da kalabalıktı. Hoş bir gece geçirdik. Ertesi sabah motorla yola koyulup Barselona ya veda edecektik; tabiki 1 hafta sonra geri dönmek üzere!
4. gün
            Sabah erkenden motor kiraladığımız ofise geldik. Sorunsuz olarak motoru teslim aldık.
            İlk görülecek “Puenta del diablo” adlı köprü. Kartacalı Hanibalin mö 218 de inşa ettiği söylenirmiş. Burası babası adına yaptırmış. İşin aslı yollarda bunlardan onlarcasına rastlıyorsunuz ama bunu adı meşhur etmiş işte.


            Ardından da Montserrat Dağına doğru devam ettik. Virajlı yollardan yukarı çıkarken elbette yeşil bir doğa sizi mutlu ediyor. Yollar gayet düzgün çünkü yukarıda yine çok turistik bir yer var. İspanya’da dini turizm oldukça hareketli. Meşhur hacıyolları var. Yukarıda bizi bekleyen manastır da bunlardan biri sayılabilir. Burada bulunan kara Meryem heykeli bir çoban tarafından bulunmuş. Meryem Ana’nın da bu manastırda yıllarca sığınma amaçlı kaldığı söyleniyor. Bu sebeplerden burası oldukça fazla ziyaretçi topluyor. Fakat bunların da ötesinde tepeden aşağı manzara çok güzel ve dağ yürüyüşçüleri için de popüler bir yer. Uzun patikalar ve yine yürüyerek gidilebilen küçük bir manastır daha varmış ama tabiki biz burada o kadar vakit harcamadık.





            Yollar çok uzun gidilecek çok yer vardı. Bunlardan biri Rupit. Gri taş evleri olan güzel bir köy.  Taşköprü’den kasaba için giriyorsunuz. Taş sokaklar meydanları rengârenk çiçekli evleri var. Tertemiz,  büyüleyici güzellikte ve huzur dolu. İçeriye araç girmiyor yürüyerek geziyorsunuz.




            Akşamüzeri Girona ya vardık. Buraya varır varmaz da üzerimize bir moral bozukluğu çöktü çünkü Girona gerçekten çok tarihi ve güzel bir şehirdi ama bizim çok az vaktimiz vardı. Gerona’da bir zamanlar Yahudiler yaşamış, sonra göç etmişler, çok az kısmı geri dönmüş. Dar sokakları ve mimarisi ile farklı bir şehir. Burada bazı evler zemin kattan ikinci kata doğru genişletilerek yapılmış bunlara “Hamile Evler” demişler.






Girona’da ki bu Yahudi mahallesi Avrupa’da en iyi korunmuş olan Yahudi bölgelerinden biridir. Bu nedenle bugün Girona’ya yüzlerce turist bu tarihi görmek için akın etmektedir. Gerona’da Eyfel Kulesini yapan Gustave Eifell’in Eyfel Kulesi’nden önce yaptığı çelik bir köprü de bulunmakta.
            Biraz eski şehirde hızlıca bir tur attık. Meşhur Yahudi evlerini gördük. Fotoğraflarımızı çektik ve buradan ayrıldık ama şöyle rahat rahat 3-4 saat gezmek isterdik. Burada yine bir Türk turist grupla karşılaştık. Şu çılgın Türkler her yerdelerdi..
            Sıradaki istikametimiz Dali müzesinin bulunduğu Figueres ti. Dali müzesi Dalinin sürrealist özelliğini yansıtan bir tarzda yapılmış bir binaydı. Burayı dışarıdan fotoğrafladık, içerisi ilginç eserlerle dolu olduğu söylense de bu saatler alırdı ve müzenin kapanma vakti yaklaşmıştı. Bir şeyler yiyip yola devam ettik.
            Yolda  Castellfollit De La Roca: dağ kenarına sıra halinde dizilmiş evlerden oluşan başka bir köy.
          

  Torla ya çok yakın bir köyde kaldık. Hava biraz daha serindi. Burası biraz Alpleri andırıyor. İnsanlar dağ sporlarıyla meşgul. Herşey çok güzel ama biz çok yorgunduk. Biraz vakit geçiridik, kısa bir yürüyüş sonra otel ve uyku.
 
5. gün
            Torla dan sonra yine motosiklet yıldızlı rotalardan yani dağlardan köy köy gezerek devam ettik. Her biri ayrı güzel. Tertemiz, taş evler ve renkli çiçeklerle süslü köyler. Yolda bir manzara tepesinde Lübnanlı bir aileyle karşılaştık biraz sohbet ettik. Motorumuza çok ilgi gösterdiler. Birbirimize iyi tatiller dileyerek ayrıldık.
            Taull çok güzel bir köy olmasının yanı sıra aynı zamanda Vall de Boi UNESCO kültür mirası tarihi kiliselerden birini barındırıyor. Burada mis gibi havayı soluyarak bir kafe de rahat bir mola verdik. 
 
            
 Sıradaki köyümüz Ainsa. 



 
                                  Bir tepe üzerine kurulmuş yüksek bir ortaçağ köyü burası. Ve tabiki harika bir manzarası var. İşin gerçeği Ainsa’nın bu kadar güzel çıkacağını ummamıştık, hakkında yapılan tanıtım en az İspanya’ nın diğer köyleri kadar az. Birer kadeh şarap içtik, dinlendik ve tekrar yola çıktık. Akşama Andorra ‘dayız.
            İspanya’ dan çıkmış olduk, çünkü burası küçücük bir ülke. Vergileri düşük tutarak yaptığı satışlarla ayakta kalmaya çalışan bir ülke olduğundan alışveriş için tercih ediliyor. Geceyi burada geçirip sabah mağazaları gezmeyi düşünüyoruz. Otele yerleştikten sonra yokuşlar inip şöyle bir etrafı gezdik. Açık bir kafe bulduk. Saat biraz geç ve hava soğuk olduğundan yiyecek ne var diye sorduğumuzda sahibi “patatas bravas” cevabını verdi. Sevindik çünkü bunun çok geleneksel bir İspanyol yiyeceği olduğunu okumuştuk. Tadı şu bildiğimiz yumurtalı patatesJ ama o saatte çok iyi geldi.

6, gün
            Uyandık ve kendimizi dışarı attık. Andorra da sabah Avrupa’nın diğer şehirleri gibi aslında. Güzel giyimli beyler bayanlar işe gitme telaşındaydı. Keşke mağazalar da biraz telaş içinde olsalardı ama saat 10 a kadar kıllarını kıpırdatmadılar. Biraz dolaştık, bir telefon aldık ve öğle vakti daha fazla geç kalmadan yola düştük.
            Andorra dan sonra azıcık ufacık kıyısından da olsa Fransa’ dan geçmek istedik. Manzara hemen biraz değişti. Evler çok güzelleşti, doğa daha bir yeşillendi. Fransa da bir sahil kasabasındaydık. Burada bir restoranda yemek yedik. 








Burası İspanya kasabası Hondarribia ile birleşmiş adeta. Hondarribia eski şehri ve rengârenk evlerle dolu marinasıyla harika bir yer. Böylece Bask bölgesine de girmiş olduk. 




              Hondarribia eski şehirde şöyle bir turladık ama aklımız Bask bölgesinin incisi San Sebastian da. Arası yarım saat bile sürmüyor. Tren garının arkasında bir otelde yer bulduk. Biraz dinlenip sokaklara attık kendimizi.

            Hemen herkesin İspanya deyince ilk aklına gelen şeylerden olan Tapas kültürü yani içki yanına hazırlanmış minik mezeler, Bask’da Pintxos (Pinços okunuyor) adıyla çok daha lezzetli bir hal alıyor. Aslında tüm İspanya’da Bask restoranları ve Pintxos barları oldukça ünlü. Basklar genellikle içkinin yanında bedava ya da ucuza verilen İspanyol tapasına göre, çok daha kaliteli malzemelerle ve çeşitli şekillerde yapılan ve haliyle daha pahalı olan Pintxos kültürü ile gurur duyuyorlar. Bask bölgesinde adım başı bulunan Pintxos barlarda çoğu farklı deniz ürünlerinin küçük ekmeklerin üzerine bir kürdan ile sabitlemesiyle yapılan Pintxos çeşitlerinden yüzlercesi bulunuyor. Çoğu birbiri ile rekabet eden ve en iyi pintxos’ları vermeye çalışan bu mekânlarda pintxos’lar günün her saati taze ve malzemeden kaçınılmaması nedeniyle oldukça doyurucu. Fiyatlar 1-1,5 € arası değişiyor.
 
  
Uremea Nehri’nin kıyısından yaklaşık 10dk yürüyerek sahile ulaştık. Okyanus plajı yüzmek için bize hiç çekici gelmedi, zaten buz gibi esiyordu ve hava serindi ama insanlar sürü halinde plajda. Biz şehrin kalbine ilerlemenin daha hoş olacağını düşündük ve plajdan içeriye yürüdük.  Karşımız a ilk kez bir yogi yogo (ya da öyle bir şeyJ) dükkânı çıktı. Dondurulmuş yoğurt ya da yoğurttan yapılmış dondurma ne deseniz sonuç harika bir tat. Burada ve gezdiğimiz diğer şehirlerde bu yogiden daha çok yedik. 

 
            Parte Vieja (Old Town) içeride tasarımcılara ait butikler, antika pincos barlar var. Urgull Tepesi’ndeki kiliseyi, dev İsa heykelini seyredebilirsiniz.  Constitution Square şehrin merkezinde. Eskiden burada boğa güreşleri yapılırmış. Eski şehir Urgull dağının eteklerinde. La concha plajı da en meşhur plajı. Burası adını şekli nedeniyle deniz kabuğundan almış. La concha ya da biraz göz atıp dayanamadık attık kendimizi pinços barlara.   
            Eski şehirde daracık sokaklar arasında barlar tıklım tıklım. Biz de en kalabalık olanlardan birine daldık. En lezzetli yemekler burada olur diye düşünerek. Öyle de oldu. Müthiş deniz ürünü ağırlıklı mezeler barlara serili. Tabağınızı alıp içine istediğinizi dolduruyorsunuz. Her bir çeşit için ayrı para ödüyorsunuz. Ama çok doyurucu ve lezzetli. Değişik değişik 3-4 bara girip çıktık. Tıka basa doymuştuk. Eski şehrin dar sokaklarından çıkıp deniz kenarında bir kafe bar bulduk. Burada güneşin batışının keyfini sangria mızla çıkardık.
 
7. gün
            Sabah uyandığımızda dünkü havadan eser yoktu. Hava simsiyah bulutluydu ki yola çıkar çıkmaz yağmur başladı. Saatlerce yağmurda yol almak zorunda kaldık. Önce Bilbao ya uğradık. Orada Guggenheim müzesi nin dışından fotoğrafladık. 
 
Gerçekten de ilginç bir yapı. En çok da önündeki köpek heykeli turistlerin ilgisini çekiyor. Çok büyük bir müze. Kısa bir mola sonrasında tekrar çıktık yola. Yağmurla beraber öğlene kadar yol aldık, öğleden sonra güneş açtı. Bugünkü rotamızın en önemli kısmı Picos de Europa bölgesi. 




 Bu sıradağlara Avrupa nın zirveleri demişler. Atlantik kıyılarının hemen birkaç mil ötesinden başladığı bu bölgede kelt etkisi de hissediliyor, barlarda meşhur içki cider, etrafta gayda çalan insanlar var. Zaten yukarı kıyılarda evlerin şekli de İrlanda tarzını anımsatıyor.  Doğada virajlı yollarda ilerlerken yine Alplerdeki gibi etrafta bisiklet ve dağ sporlarıyla uğraşan insanlar görüyorsunuz. Harika bir atmosfer. Potes köyüne vardık. Burası da en çok görmek istediğimiz köylerden biriydi. Gerçekten çok turistik. Dağlarda ilerlerken birden çok kalabalık bir köyde bulduk kendimizi. Ortasından bir nehir geçiyor ve etrafına da köprüler, kafeler restoranlar yapılmış. Oturup biraz dinlendik sonra yukarılara doğru yola devam.




            Picos de Europa ‘nın zirvelerine kadar çıktık. Burası aynı zamanda milli park. Yukarıda bulunan inekler ve yavruları muhteşemdi. Ceylan heykelinin arkasında manzara güzel. Heykelle fotoğraf çekmeden duramadık tabi.
            Buradan sonra yol boyunca hacıyolu işaret levhaları. İspanya da bunlardan çeşitli bölgelerde bir sürü görüyorsunuz. Santiago de Compostela gibi kutsal yerleri hacı noktaları seçmişler ve bu noktalara varmaya çalışan onlarca bisikletçiyi gördük yollarda.
            Akşama harika bir “üniversite şehri” ne vardık: Salamanca.








   Her yer tarihi yansıtıyor. Etrafta bu kez sadece turistler değil aynı zamanda öğrencileri de görebiliyorsunuz.  Avrupa’nın en eski üniversitelerinden biri burada.
      Tüm binalar kehribar sarısı taştan yapıldığından şehir hiç bitmeyecekmiş gibi aynı tonda ve güzellikte devam ediyor. Bundan dolayı buraya altın şehir de deniyormuş. Salamanca, İspanya'nın ve dünyanın dört bir yanından eğitim ve özellikle İspanyolca öğrenmek için gelen öğrencilerin akınına uğramaktaymış. İspanya'da en akıcı ve temiz İspanyolca'nın Salamanca'da konuşulduğu da söylenir.







            Işıl ışıl dükkânların bulunduğu çarşı caddeden geçerek Plaza mayor a vardık. Kocaman bir meydan. Etrafında resmi binalar ve restoranlar var. 
 
Buradan okullar ve katedrallerin bulunduğu bölgeye geçtik ki buralar çok daha muhteşem. Şehirde gece hayatı da oldukça hareketli ve renkli. Restoranlar kalabalık. Güzel bir akşam yemeği sonrası otele döndük.
8. gün
            Bugünkü hedefimiz erkenden Segovia’ya varıp orayı doyasıya yaşayabilmek ve de dinlenebilmek. Anlatırken yollar hızlı geçse de kilometreler izim için çok fazla ve yorucu oldu.  Neyse ki planımıza uyabildik ve Segovia ya öğle vakti vardık. Güzel bir otele yerleşip dışarı çıktık. Segovia İspanya’nın en ünlü tarihi kentlerinden biri. Antik kentin kuzeybatı ucunda Alcazar Kalesi, güneydoğu ucunda dünyaca ünlü Roma Kemeri bulunmaktadır. Romalıların burada yaşadıkları dönemlerde (M.S. 1. yüzyılın sonlarında) inşa ettikleri su kemerleri büyük ölçüde korunmuş. Guaddarrama Dağları’ndan başlayan bu su kemerinin uzunluğu yaklaşık, 15 kilometre, toplam 166 kemerden oluşuyormuş. 



            Eski şehrin içi daracık sokaklar, kafeler,  dükkânlar tarihi evler ve meydanlarla dolu. Burada Yahudi yerleşimi de fazlaymış. Aşağı doğru yürüdükçe birçok ev ve yolun da restore edilmeye çalışıldığını gördük. Tarihe sahip çıkılıyor tabi. 







Restorasyonlar aslına uygun yapılmaya çalışılıyor ama eskiler gibi değil. Şehrin sonu Alkazar şatosuna çıkıyor. Burada hem şato hem de manzara harika. Bu şato Disney çizgi filmlerine ilham vermiş. Bu kale, kraliyet sarayı olarak da kullanılmış. Daha sonra hapishane, bir Kraliyet Topçu Koleji ve o tarihten bu yana da bir askeri akademi olarak hizmet vermiş. 






            Şehirde en büyük meydan yine Plaza Mayor. Her yer neşeli eğlenceli, sokaklarda konserler bile veriliyor. Akşamı burada keyifle geçirdik. 



            Sabah uyandığımızda pencereden baktık ve sürpriz bir balonla karşılaştık. Çok erken saatte bizim Kapadokya tarzı manzara turları yapılıyor. Orada olmak isterdik doğrusu, ama yine motorumuzu tercih ettik.




9. gün
            İlk hedefimiz El Escorial — ispanyanın enbüyük manstırı, Madrid'in yaklaşık 45 Km kuzeybatısında yer alan "El Escorial" İspanya Krallarının tarihi ikameti olmuş yarı manastır yarı saray niteliğinde bir yapı. 10 Ağustos 1558 yılında Fransa'ya karşı kazanılan Saint Quentin zaferini anmak için inşa edilmiş. Maalesef gittiğimiz saatte kapalıydı ve sadece dışarıdan görebildik.

            Madrid e varmıştık. Biraz turladık etrafta. Bir kafede dinlendik. Fakat burası bize hiç çekici gelmedi. Sıradan bir başkent v büyük şehir kalabalığı, trafik sıkıldık ve Madrid te yaklaşık 2 saat kalıp buradan çıktık. İspanya gezimizde bizi en çok hayal kırıklığına uğratan iki yer Barselona ve Madrid oldu. Yıllarca bu kadar meşhur olmuş adını çok duyduğumuz iki turistik şehir bize Roma, Paris, Venedik, Floransa, Münih, Dubrovnik, İstanbul gibi buram buram tarih fışkıran büyük şehirlerden sonra biraz yapay geldi galibaL






            Madrid den sonraki destinasyonumuz yine enteresan bir kasaba: Alcala de Henares. Alcala de Henares Ünlü İspanyol yazar Miguel de Cervantes'in doğum yeri olup şehir merkezinde müzeleştirilmiş olan evi bulunmakta. Şu an halen ziyaretçilere açık olan evin içinde Cervantes'in çalışma odası da mevcuttur. Ev eşyalarıyla birlikte koruma altındadır. Alcalá de Henares bu tarihi önemi, nezih kafeleri ve nostaljik sokakları ile turistlerin odak noktası. Tarih yine korunmuş, ortaçağ görünümünde bir kasaba. Sempatik bir Don Kişot heykeli var evin önünde. Burası oldukça kalabalık tabiki. 












            Yola devam ediyoruz. Yine dağlık bir alandan geçip daha evvelden işaretlediğimiz Del Diablo seyir noktasına vardık. Burası doğanın şekillendirdiği bir oyuktu fotoğraflarda ama ötesi bir vadiyi gösteriyormuş. Aşağıdaki nehir yine sporcular için rafting yeri. Yolların kenarlarında küçük göller seyrederek dağlarda ilerlemeye devam ettik. 








           Sonunda en çok beğendiğimiz köydeydik: Albarracin. Kuleleri yüksek kalesi altına kurulmuş kaya oluşumundan evleri olan çok güzel bir köy. Taş sokaklarında gezmeli tarih kokan atmosferi görmelisiniz. 


Hotel Arabia adında harika bir otelde kaldık. Hava yağmurluydu ama yine de köyün içini gezdik.  Köyün evleri öyle güzel bir renkte ki doğayla birleşmiş. İnsan burada kendini muhteşem hissediyor. Bir restoran seçtik ve harika tapaslar yedik  ve nefis şaraplar içtik. Sabah uyandığımızda her yer bembeyaz sis içindeydi.


10. gün
            Uzunca bir süre siste yol aldık ama sonra geçti. Hava güneşliydi. Bu gezimizin son günü sayılır. İlk durağımız Teruel.

 
 Burası tarihi bir kasaba yine. Biraz dolaşıp kahvaltı yaptık burada. Ardından yola devam. 





           
Poble Manastırı’na doğru yol aldık. Poblet Manastırı 12.yy kalma dünyanın en büyük ve en eksiksiz Cistercian manastırlarından biridir. Zamanında büyük bir askeri kompleks olarak sonrasında Kraliyet sarayı ve ikamet yeri olarak kullanılmış. Poblet’in ön cephesi görülmeye değer bir ihtişama sahip; etrafı üzüm bağlarıyla çevrili, içeri girildiğinde rehberli bir turla, şarap mahzenleri, kütüphane, toplantı odası ve yemekhaneden geçerek Romanesk ve Gotik tarzdaki kilisenin iç mekânı ve gül bahçesi gezilebilir.




            Amacımız Barselona’ya en yakın güzel bir yerde kalmaktı ve turistik bir plaj kasabası Sitges te karar kıldık. Burası hakkında duyduğumuz müstehcen dedikoduların gerçek olup olmadığını merak etmiyor da değildik ama tabi bu işin esprisi. (Buranın bir Gay cenneti olduğunu duymuştuk) otelimize yerleşip dışarı çıktık. Burası bizim Marmaris bodrum u andıran bir yer. Ama ciddi bir fark dedikodular tamamen doğruymuş. Etrafta onlarca gay çift gördük. Elele, göz göze, diz dize! Gözlerimize inanamadık ama gerçekten bir sürüydüler. Elbette bu bir tercih meselesi ama bu kadar çoğunu bir yerde görmek biraz tuhaf geliyor insana. Sitges te kendilerini özgür hissediyorlarmış. Neyse son günümüze değişik bir renk kattı. Yedik içtik eğlendik. Güzel bir akşam geçirdik Sitges’ te.









11. gün
            Tatilimiz sona erdi. Sabah erkenden yola çıktık ve yarım saat sonra Barselona’daydık yeniden ama bu sefer motorumuzu teslim ve veda için. Teslimat sırasında hiçbir sorun yaşamadık çok şükür. Sonrasında havaalanına gittik ve alışveriş yapıp uçağımızı bekledik.
            İspanya gezimiz çok çok yorucu ama yine de güzeldi. İşin gerçeği İspanya çok güzel bir ülke ve gezilecek görülecek öyle çok güzel yerler var ki insan tercih yapıp elemekte çok zorlanıyor ve biz de çok zorlandık. Defalarca gelme görme fırsatımız olsa bu kadar yorulmaz, doya doya yaşardık her bir köyünü kasabasını. Sonraki seferleri yapmak kısmet olur mu bilmiyoruz ama ilk hedefimiz güney ispanya olacak bundan sonra.


                

1 yorum:

  1. Çok güzel bi gezi olmuş. Bizleri de gaza getiriyorsunuz. Ama nerde ... valla çok tembeliz:)

    YanıtlaSil